4 Aralık 2006 Pazartesi

YAŞAM MESAJIM :)



1998, Yaş 15: Amatörce bir natürtmort denemesi, Ay-lin:)

---------------------------------------------------------

from AYLIN YAVAS
to aylinyavas@gmail.com
date Jul 7, 2005 7:25 PM
subject Son kez bir dakikanızı rica edebilir miyim lütfen?


Bu iletiyi okuyan kişi!

Bunu bu gün olan bombalamalar üzerine yazıyorum. Benim kim olduğum önemli değil.

Bu yüzden, adres defterimdeki herkese Afette Rehber Çevirmen (ARÇ) (http://ceviridernegi.org/arc/) olma çağrısı yapmak istedim.

Bu gün bir afet yaşandı. Acaba bu olay ülkemizde yaşansaydı ne olurdu diye düşünmeden edemedim. Masum insanlar ölüyor bir şekilde; elimde değil sadece seyirci kalmak hayata...

Aşağıdaki yazıyı arkadaşlarıma yollayacakken, herkesle “paylaşmak” istedim.

Tek ricam bunu bir okuyun ve düşünün gerçekten de neden var olduğunuzu...

Saygılarımla,

Aylin YAVAŞ



Seni seviyorum Ankara’m!...

11 Eylül 2001: İkiz Kuleler bombalandı... O gün Ankara’ya taşınmak üzere yola çıktığım gündü. Şöyle düşünmüştüm; bu olay dünyanın gidişatını değiştirecek; Ankara da benim hayatımı değiştirecek olmalı... O gece Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerken “Orada öğrenmem ve de öğretmem gereken şeyler var, sil gözyaşlarını...” dedim kendime.

Tembel bir kız ya da çalışkan bir erkek olsaydım kimileri benimle bu kadar uğraşmazdı galiba... Son kez açıkça paylaşmak istiyorum duygularımı... Artık az ve öz olmak için savaşacağım. Gereksiz yere çok konuştum ben...:)

Benim derdim kendimle; kendimi aşmak için çalışıyorum sürekli... Pek çok insanın iyi bir şeyler elde etmek için torpil aradığı, birilerinin sevgilisi olmaya çalıştığı ya da yağ çektiğibir dönemde “zekam, çalışkanlığım, yeteneklerim ve hanımefendiliğimle” sade ve sadece “Aylin” olarak geldim bu noktaya. Dahası ben insanların sahip oldukları para, yaş, mevki gibi “etiket”leriyle ilgilenmeyip, onların özüne bakıyorum. Hepimizin özü bir’dir ve önemli olan da “insan” olabilmektir...

İnanmadığım hiçbir heykeli dikmem. Karşımdaki kişinin erkek olması ya da yaşının benden büyük olması, her şeyin onun bileceği anlamına gelmez. Lütfen karşımızdakinin de bir ‘birey’ olduğunu unutmayalım ve de ona saygı duyalım. “Anlama”ya çalışalım. “Anlamak” demek kabul etmek demek değildir. Rusların bir sözü vardır: “Votka içmediğin kişiyi sakın düşman görme.” Başkasının yumruğunu yemeyen, kendisininkini balyoz sanırmış. Kimse daha sonra utanacağı ya da kendisini karşı taraf önünde zor bırakacak şeyleri söylemesin. Bir de karşımızdakini “dinleyelim” lütfen. 21 yaşında olabilirim ama bunu bana söyleyip, “Sen ne bilebilirsin?” diye bana önyargılı yaklaşanlara gıcık oluyorum. Yaşam, “tecrübe” denen olaydır. Aklım ve tecrübelerimi birleştirip, belki de yaşı benden daha büyük olan birine göre daha fazla bireysel artı değer üretebilirim. İnsanların doğum tarihlerine bakıp, “düşünme sistematikleri” hakkında peşin fikir yürütmeyelim...

İnsanlar, yaşları büyüdükçe ellerinde kek kalıpları gibi “doğru kalıpları” tutmaya başlıyorlar: “Arkadaş kalıbı”, “dost kalıbı”, vs. Senin yaşın ondan küçükse, seni bir oyun hamuru gibi –elindeki kalıpla- şekillendirmek istiyor; seni “sen” olarak, bir “birey” olarak kabul etmek istemiyor... Hep o “bilen” kişi oluyor. Kimse her şeyi bilemez; sen de bana bir şey öğretirsin, ben de sana öğretebilirim. Karşımızdaki olduğu gibi kabullenmek ve onu da dinlemek neden bu kadar zor ki?.. Neden hep önden gitmek istiyorsun? El ele yürüsek olmaz mı?.. Değer yargılarındaki farklılık, insanların davranışlarında farklılıkların oluşmasına neden oluyor. İnsanlar, birbirlerini zincirlemeye çalışıyor. Bir şeylerin olmuş olması için acele ediyorlar. Örnek vermek gerekirse, nasıl ki bir canlıyı öldürmek çok büyük bir suçsa, manevi ve maddi yeterli birikimini yapmadan, kendini gerçekten de hazır hissetmeden bir canlıyı bu evrene getirmek de o derece de suçtur bence. En büyük kariyer “gerçek” bir anne/baba olup, “sevgi” ve “ilgi”yle bir “insan” yetiştirmektir. Lütfen acele etmeyelim hiçbir şey için. Önemli olana aynı yastıkta kocamak değil, aynı yastıkta aynı rüyayı görmektir...

“Ben koleje/özel okula gitmedim, büyük şehirde yaşamadım, vs. bu yüzden, kendimi geliştirme şansım olmadı.” deyip, kendimizi kandırmayalım lütfen. Ben, ilk okuldan üniversiteye devlet okullarına gittim. 19.12.1983’te Uzunköprü/Edirne’de doğup, büyüdüm. Dersi derste öğrendiğim, düzenli ve verimli çalıştığım, çok okuduğum için kazandım. Cefa çekilmeden, sefa çekilmez! Okumak için Trakya’dan 760 km. öteye gidip, başkentimize geldim. Ankara’yı çok seviyorum; canım Ankara’m benim:) (Bu arada, Ankara’da deniz yok, güzel bir kent değil orası, diyenlere; Güzellik bakanın gözlerindedir, diyorum:) Ankara, İstanbul’a göre daha az güzel bir kent olabilir... Ama gece yastığıma başımı koyduğumda hissettiğim “huzur” ve “güven” duygusunu hiçbir şeyle değişmem...)

Uzunköprü Muzaffer Atasay Anadolu Lisesi’ni kazandığımda, kağıt üzerinde olan okulumuzun binası bile yoktu. Okulumuz, Türkiye’nin en batısındaki bir köy enstitüsü gibiydi. Dil laboratuarını bırakın, kütüphanemiz bile yoktu. Ama yokluğun ne olduğunu bilen çocuklar olarak, kıymet bilmeyi öğrendik. Bulunduğu yere babasının parasıyla gelmiş insanları gözlemlediğimde şunu görüyorum; pek çoğu çok şımarık oluyor. Çeşitli vesilelerle örn. Bilkent Üniversitesi’nden tanıştığım çoğu kişinin ikinci ya da üçüncü sorusu “Araban var mı? Markası ne?” oluyor. Bilkent Kütüphanesi’ne gittiğim bir gün iki kızın “yakışıklı” bir çocuk hakkındaki muhabbetine tanık oluyorum: “- A’yı gördün mü?/ - Hayır, yakışıklı mı?/ - X marka arabası var! / - O zaman yakışıklıdır!..” ve daha pek çok şok geçiriyorum... Birisi, “Benim çok param var; istediğim her şeyi ve herkesi elde ederim.” demişti. “Senin paran olabilir ama zekamı, yeteneklerimi ve kalbimi satın alamazsın.’ demiştim. Parası ve sahip olduğu diğer etiketleriyle sürekli hava atan insanları, anlamaya çalışıyorum. Onlar için üzülüyorum...

Kısacası, mayası olan hamur durmaz, taşar. İçimdeki öğrenme ve okuma aşkını, bir volkana benzetiyorum. İçten gelen bu enerji o ya da bu şekilde açığa çıkar:) “Bilgi”ye açım:)

21. yüzyılda küreselleşmenin üçüncü safhasını yaşıyoruz. Şimdi “kişiler” önemli. Ben, “Aylin” olarak dünyayla nasıl entegre olabilirim? diyorum. Atatürk, Time’a iki kez kapak oldu. 1922’de, dönemin İngiltere Başbakanı D. Lloyd George: “Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip oldu.” demiştir (Kemal Atatürk ve Milli Mücadele T., 1958, s. 508). İngiliz romancı ve yazar W. Somerset Maugham ise: “Bir insanın değerinin en belirli ölçüsü kendi alanındaki üstünlüğünü dostuna düşmanına kabul ettirebilmesindedir. İşte Atatürk bu yüceliğe ermiş dahilerden biridir. Bir ihtilalci olarak modern Türkiye’yi yaratmış, davasında muzaffer olmuş ve yüzyılın büyük devlet adamları arasına katılmıştır.” demiş (Cumhuriyet, 11 Kasım 1953).

Atatürk’ten sonra hiçbir Türk onunki gibi bir başarıyı elde etmedi. Peki neden? Bunun cevabı İngilizce’deki “innovation” sözcüğünde gizli aslında. İçindeki (in-) yıldızı patlatırsan (nova) bir yenilik ortaya çıkar. İçindeki “nova”nın farkına varmayan milyonlarca insan geldi belki de Atatürk’ten sonra... Ben de düşünüyorum Atatürk’ün çocuğu olarak bir gün Time’a kapak olmak için ne yapabilirim? Bir deyiş vardır: Hiçbir şey başarının yerine geçemez. Bu yüzden, yol haritamızı çizerken önceliklerimizi iyi belirlemeli ve her şeyin bir yeri ve zamanı olduğunu unutmamalıyız. Ben, bir Türk kızı olarak ülkemi ve dünyayı değiştirmek istiyorum. Daha az uyumak, daha çok çalışmak zorundayım. Sıradan ve sürüden olmayacağım. Dünya standartlarıyla yarışacağım. Bilimin aydınlığını rehber olarak alacağım. Ülkemi temsil ederken başım hep dik olacak...

Hiçbir şeyin garantisi olmadığını öğrendim. Fırtına çıkabilir, rüzgar seni çok farklı yerlere sürükleyebilir... “Kader”in önüne geçemezsin...

Haziran, 1994’te 11 yaşında ilkokulu bitirirken, şöyle demiştim: ‘... İnşallah 21 yaşındayken de üniversiteden mezun olurum.... 2005 yılına geldiğimizde, en azından iki yabancı dil bilmeden ve iyi derecede bilgisayar kullanmadan iyi bir iş sahibi olamayacağımıza inanıyorum arkadaşlar. Çok çalışalım!...”

28 Haziran 2005’te de Hacettepe Üniversitesi, İngilizce Mütercim-Tercümanlık Bölümünden mezun olurken, kepimi fırlatmamın mutluluğunu yaşadım. Üniversite yıllarımı Ankara’da geçirmek ve Hacettepe’nin eğitimini almanın bir lütuf olduğunu düşünüyorum.

Hayatta, ne ekersek onu biçeriz. Umarım sağlıklı ve huzurlu bir hayat sürer ve insanlık adına bir şeyler yapabilirim. Kadınların en büyük düşmanının kadınlar olduğunu da öğrendim. Bundan sonra her türlü mutluluğumu iç-imden yaşayacağım:)

Yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır, derler. Benim de en büyük hayalim, eserler bırakmak kendi sonsuzluğuma kavuşmadan önce... Bir şeyi tüm kalbinle isteyince, muhakkak o seni buluyor zaten... “Çekim teorisi...”

Dünyayı gezmek istiyorum, kendi kazanacağım burslar, değişim programlarıyla, vs. Kısmetse 8-25 Temmuz Priştine/Kosova’da olacağım. Kosova, tarih ve hayatın kırıldığı bir nokta... 07.06.05 tarihinde izlediğim “Kırılma Noktası”nda (TRT1) Arnavutluk Demokratik Parti Genel Başkanı Arben Caferi, Kosova’nın bağımsız olma durumunu anlatıyordu. Ben de merak ediyorum neden Kosova’ya Avrupa’nın; Balkanlar’ın kara çukuru; “kan çukuru” dendiğini? Buradaki mevcut durum devam ettikçe, uluslar arası aktörlerin hareket alanı genişliyor. Her şeyi uluslar arası görüşmeler ve zaman belirleyecek.

Biliyor musunuz Ergene Nehri kan ağlıyor? Türkiye’deki üç havzadan biri olan Ergene Havzası yıllık 450.000-500.000 ton pirinç üretme kapasitesine sahip ki bu rakam İstanbul’un bir yıllık pirinç ihtiyacı. Türkiye’nin yıllık pirinç tüketimi ise 2.500.000 ton. Yerli pirinç üretimi ise 1.200.000 ton. Ergene Ovası %95 kirliliğe maruz kalıyor. Su kirliliği en büyük problem. Nehirde şu anda hiçbir balık, kurbağa, vs. yaşamıyor. Çiftçinin eğitimi yetersiz. Kısacası, Trakya’da tarım; çevre ölüyor. Ben de ne yapabilirim?, diye düşünürken Priştine Yaz Üniversitesi evrenin bir hediyesi oldu galiba bana. Kurs olarak kimya; biyoteknolojiler üzerine bir ders seçtim, oradaki tarımı, tarım ürünlerini incelemek ve araştırmak istiyorum. Sınırın ötesinde Bulgaristan ekolojik tarım yapıyor; aynı dönümden buradaki çiftçiye göre hem çok daha fazla verim alıyor hem de çevreyi koruyor. Dilerim bu nehrin temizlenmesi ve çiftçinin kalkınması için bir proje düzenleyebilirim. Gerçekten için acıyor çevre öldükçe...

Nereye gittiğini bilen adama, dünya çekilir, yol verirmiş:)

Can vermek; umut olmak... Hava güneşliyken nedense kimse çantasında şemsiye taşımak istemez. Deprem gerçeği de çok çabuk unutulur bizim ülkemizde... Her an her şey olabilir. Bu yüzden, her zaman hayata karşı hazırlıklı olmalıyız. Dilerim hiç deprem olmaz ülkemizde. Dilerim kimseye kalp masajı yapmak ya da enkaz altından gelen çığlıkları dinlerken kolonları kaldırmaya çalışmak zorunda kalmam... Ama böyle bir şeyle karşı karşıya kaldığımda, elimden geldiğince her anlamda yardım etmek istiyorum. Bil de yapma, derler. Hayata karşı çok donanımlı olalım. Bu yüzden, Afette Rehber Çevirmen (ARÇ) ailesinin bir üyesi olduğum için çok mutluyum (http://ceviridernegi.org/arc/).

Paylaşmak, o kadar da zor değil. Hastaneleri, mezarlıkları da gezelim. Diyaliz makinesine bağlı yaşamak zorunda olan ne çok insan var ve insanlar hayatını kaybettikten sonra organlarını bağışlamaktan kaçınıyorlar... Kendi adıma konuşmam gerekirse Ankara’dan buraya gelmeden önce “T. C. Sağlık Bakanlığı Organ Bağış Senedi”ni imzaladım. Korneadan kalbe tüm organlarımı bağışladım. Bir gün hayatımı kaybettikten sonra da bir şekilde birilerine yardımcı olabilirsem ne mutlu bana... Lütfen her şeyin fani olduğunu unutmayalım...

Oku!-yalım, sıradan ve sürüden olmayalım!

.......

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol BEHRAMOĞLU, 1977

Biz insanlar elimizdekilerin değerini kaybedince anlarız. Ben de ailemin değerini gurbete gidince anladım. İnsanı, annesi ve babası kadar hiç kimsenin çıkarsızca ve fedakarca sevemeyeceğini gördüm. Sımsıkı sarılalım sevdiklerimize... Çünkü hayat çok kısa; dünyada ölümden başkası yalan...

Artık daima pozitif sularda yüzüyorum. Asla negatif limanlara demirlemiyorum. Gün geçtikçe Allah’a daha çok şükrediyorum ve galiba büyüyorum...

Yıldızlarla kaplı bir göğün altında en güzel zamanları yaşıyor olsak da uzay-zaman genişledikçe gökyüzü giderek daha fazla kararacak ve boşalacak... Uzay ve zaman, “göreceli”, hareketimize bağlı olarak her birimiz için farklı biçimde akıyor...

Belki de pek çok kez kendi yolumda yalnız bir yolcu olacağım; çocukluğa özgü saf ve yalın merakı, evren karşısında derin hayret ve tükenmez coşkuyla ilerleyen bir yolcu!..

Herkesin “sağlıklı”, “huzurlu” ve “mutlu”; her şeyin de “hayırlısı” olmasını dilerim.

Allahaısmarladık!

Sevgiyle kalın!

Aylin:)

Elveda YTÜ ve İstanbul, merhaba BANÜ ve Bandırma!

                                                   Yaklaşık 15 yıl  #ARGEdeLiderYTÜ ’de (ve bir yıl dünyanın en saygın üniversitelerinden Co...